Dolar 38,5931
Euro 43,7164
Altın 4.168,96
BİST 9.112,19
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Adana 27°C
Çok Bulutlu
Adana
27°C
Çok Bulutlu
Çar 28°C
Per 29°C
Cum 32°C
Cts 29°C

Sırrı Süreyya Önder ‘Bu şiiri mezar taşıma yazdıracağım’ demişti: Ölüm davulunun ardına dervişçesine düşmek…

Dün son yolculuğuna uğurlanan Sırrı Süreyya Önder, mezar taşına Niyâzî Mısrî’nin ‘Bîhaber’ redifli şiirini yazdıracağını söylemişti. Bu konuyu son buluştuğu isim olan Vatan Partisi Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek’le yaptığı görüşmede anlattı.

Sırrı Süreyya Önder ‘Bu şiiri mezar taşıma yazdıracağım’ demişti: Ölüm davulunun ardına dervişçesine düşmek…
5 Mayıs 2025 10:35
A+
A-

Vatan Partisi Genel Saymanı Yıldırım Gençer, Sırrı Süreyya Önder’in rahatsızlanmadan saatler önce kendilerini ziyaretini anlattı.

Gençer, “Oldukça verimli ve dostça bir görüşmeydi. Görüşmenin başında Önder’in sağlık durumuna dair konuştuk. Genel Başkanımız, sağlığına dikkat etmesi gerektiğini, bu süreç için çok önemli bir konumda olduğunu belirtti. Kendisi de pankreas kanseri olduğunu, tedavini gördüğünü söylemişti. Hastalıkları ağırdı ancak morali gayet yerindeydi. Vefat edeceği zaman mezar taşına yazacağı şiiri bile belirlemişti. Şiir Niyazi Mısri’ye aitti. Bizlere okudu. Bunun üzerine Ethem Sancak ile Niyâzî Mısrî üzerine keyifli bir sohbet yaptılar.” dedi.

Peki Mısrî’nin o şiiri ne anlatıyor? İşte “Bîhaber” redifli şiir ve şerhi:

Kus‐i rihlet çaldı mevt ammâ henüz cân bîhaber
Asker‐i a’zâya lerze düştü Sultan bîhaber

(Ölüm sefer davulunu çaldı fakat henüz cân habersiz
Titreme düştü aza askerlerine Sultan habersiz)

Günde bir taşı binâ‐yı ömrümün düştü yere
Can yatur gâfil binâsı oldu virân bîhaber

(Günde ömür binamın bir taşı yere düştü
Binası harab oldu ama can bundan habersiz gâfil yatar)

Dil bekâsın, dost fenâsın istedi mülk‐i tenin
Bir devâsız derde düştüm ah ki Lokmân bîhaber

(Tem mülkünün gönül bekasını, dost ise fenasını istedi
Devası olmayan bir derde düştüm ki Lokman’ın haberi yok)

Bir ticaret kılmadın ben nakd‐i ömr oldu hebâ
Yola geldim lîk göçmüş cümle karbân bîhaber

(Ben bir ticaret kılmadım ömür sermayesi oldu hebâ
Yola çıktım lakin bütün arkadaşlar göçmüş habersiz)

Çün “gel” oldu yalnız girdim yola tenhâ garîb
Dîde giryân sine büryân akıl hayrân bîhaber

(Ne zaman “gel” oldu yalnız girdim yola tenhâ garîb
Gözyaşlı göğsüm kebap akıl hayrân habersiz)

Azığım yok, yazığım çok yolda türlü korku var
Yolum alırsa n’ola ger div vu şeytân bîhaber

(Azığım yok, üzüntüm çok yolda türlü korku var
Yolum alırsa n’ola şayet dev ve şeytan habersiz)

Yol eri yolda gerektirir çağ ve çıplak aç u tok
Mısrıyâ gel dedi sana çünkü canân bîhaber

(Bu zaman yol eri çıplak aç ve tok olsun yolda gerektirir
Yâ Mısrî sana gel dedi çünkü canân habersiz)

GEL ÇAĞRISINA KORKUYU YENEREK İCABET ETMEK

Niyâzî Mısrî, “Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün” kalıbıyla yazdığı “bîhaber” redifli gazelinin ana konusu ölümdür. Mısrî bu dünyanın gelip geçiciliğini alegorik biçimde anlatmıştır. Ölümü bir orduya benzeten Mısrî, ölümün yaklaşmasını ordunun sefere çıkmasını bunun habercisinin de çalınan davullar olduğunu anlatır. Fakat can bu durumdan habersizdir. Ölümün yaklaştığının farkında değildir. Savaşa giderken padişahlar önlerinde kös çaldırırlardı. Sultanın çıktığı bir seferi de anlatan Mısrî, o kösler çalınırken ölüme gittiğini bilen askerlerin titremesini de resmeder. Sultan, burada aynı zamanda rûh-i sultânî’tur. Bu kavrama telmih vardır. Tasavvufta insanda iki ruh vardır: Rûh-i hayvânî ve rûh-i sultânî. Hayvanî ruh, nefse düşkündür. Paraya, mevkiye, yemeye içmeye (akl-ı maaş) tamah eder. Onun danışmanı yani veziri şeytandır. Rûh-i sultânî ise dinin emir ve yasaklarına boyun eğmiş akıldır (akl-ı maad) Onun veziri meleklerdir. Sultan yani vatanı için görevini yerine getirenler, o kösler vurulurken, askerleri gibi titremezler. İçi rahattır. rûh-i sultânî olanlar da böyledir. Dinin emirlerine yerine getirdiği için ölümden korkmamaktadır. Yani bu dünyada vazifesini yapmış olanlar, iç rahatlığıyla ölüme kavuşmaktan da çekinmezler.
Niyâzî Mısrî, ikinci beyitte insan ömrünü bir binaya benzetmektedir. Bir gün gelir, insan binasının taşları düşer. Yani insan ölümle tanışır. Taşları düşen bina, artık kullanılamaz yani harap olmuştur. Ama bu harap olmuşluğun içinde insan ömrünü habersiz geçirmektedir. Burada günlerin gelip geçiciliği anlatılmaktadır. Hayat çabuk geçerken, insan üzerine düşenleri yapmazsa, hedeflerinden uzak kalır. Âşık, eğer sevgiliye ulaşmak için çabalamıyorsa, o ömür boşa geçmiş bir ömürdür. Âşık bu dünyada bir mahkûm gibidir. İşte insanın hedefi de, sevgiliye yani Allah’a kavuşmak için çabalamaktır. Bedenin içinde mahkûm olmasının amacı da budur. Aşık nasıl sevgilinin özlemiyle yanıp tutuşuyorsa ve bu uğurda acı çekiyorsa, kul da Allah’a kavuşmak için yanıp tutuşmakta ve acı çekmektedir. Eğer bu amaçla yaşamıyorsa, kulun ahreti boşa gitmiş demektir. Yani gafil duruma düşmüş, ahretini harap etmiştir. Bu dünyada harap olmak, ahreti bina etmektir. Bu dünya gelip geçicidir ama öbür dünya kalıcıdır. Viran olmamak için gafil olmamak gerekir.
Üçüncü beyitte, ten bir mülke benzetilmektedir. Gönül dostları o kişinin iyiliğini ister ama bazı arkadaşlar da onun kötülüğünü ister. Yani bu dünyada insanı fenalığa sürükleyecek dostlardan uzak durmak, onu selamete çıkarak gönül dostlarına kulak vermeyi öğütler. Gerçeği yani Allah’ı ve hakkı arama davası, devası, çaresi olmayan bir derttir. Bu yola baş koyanlar, o yoldan baş çeviremezler. Tabiplerin piri Lokman bile gelse, bu derdi bir çare yoktur. Tek çare, Allah’ın yolundan ayrılmamaktır. Bu ten mülkünü bu uğurda harcamaktır. Dünyanın gelip geçiciliği için değil. Yani insanı maddiyat değil maneviyat kurtarır. Doktor olarak da kişi kendine, maneviyat yolunu gösterecek kişiler seçmelidir.
Ömür bir sermayedir. Niyâzî Mısrî, bu değerli varlığı bir ticaret malzemesi yapmamak gerektiğini altını çizer. Eğer bu sermayeyi yanlış kullanır, para pul için harcarsa; o sermaye elden gider, heba olur. Fakat onu Allah yolunda, iyi işler için harcarsa, bu en akıllı yatırımdır. En çok kâr getiren adım budur. Şair, bu yolda yola çıktığını ama çevresindeki bütün insanların bundan habersiz olarak göçüp gittiğini, yittiğini de anlatmaktadır.
Allah, Fecr Suresi’nin 28. ayetinde şöyle der: “Hem hoşnut edici, hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön.” Niyâzî Mısrî, beşinci beyitinde işte bu çağrıyı hatırlatmaktadır. Ve bu çağrıya uyduğunu anlatır. Fakat bu çağrı ile girdiği yolda yalnız ve garip bulmuştur kendini. Çünkü insanları bu çağrıdan habersizdir. Niyâzî Mısrî, dördüncü beyiti devam ettirmektedir. Çıktığı yolda yalnız olduğunu anlatır. İnsan ham çıktığı bu yolculukta sevgilinin aşkı ile yanar. Onun için gözyaşları döker. Ciğeri kebap olur. Yani Allah yolunda yanmanın tadına varır. Tüm bu cefaya rağmen, yine de onun varlığı karşısında, ona hayran olmaktan başka elinden başka bir şey gelmez.
Allah yoluna giren derviş çilecidir. Nefsini köreltmek için çabalar. Dünya malından, mülkünden, yemeden, içmeden vazgeçer. Az yer, az konuşur, çok çile çeker. Çile tasavvufta, nefsânî arzulardan kurtularak ruh temizliğine ermek için girişilen sıkı perhiz ve mahrumiyet dönemi anlamına gelir. Derviş çile çekerken, bu yolda nefsiyle mücadele verirken ona yenik düşme korkusu sarar. Nefis mücadelesi, Firavun’a karşı girişilen mücadeledir. Burada Hz. Musa’ya telmih yapılmaktadır. Taha suresi 67. ayette, “Musa’nın içine korku düştü.” der. 68. Ayet’te Allah, Hz. Musa’ya şöyle seslenmektedir: “Korkma (ey Mûsâ!). Çünkü, sensin en üstün olan.” İşte Niyâzî Mısrî, ölüm yaklaşırken nefisle verdiği mücadeleye tarihsel bir atıf yapmaktadır. İşte bu yola çıkmış bir yolcu, korkularına rağmen her türlü zorluğa, karşısına devler ve şeytanlar çıksa bile hazırdır. O yolda ilerlemenin önüne bunlar geçemez. Çünkü devler ve şeytanlar, o yola çıkmış aşığın kararlılığından habersizdirler. Öyle olsa önüne geçemezler.
Son beyitte, zamanın dervişlerine seslenir Niyâzî Mısrî. Yol erlerinin mal, mülk, açlık, tokluk gibi kavramlara takılmaması gerektiğini tembihler. Çünkü malı da, canı da veren de alan da Allah’tır. O halde bunları düşünmeden Allah yolunda olmak, ona hizmet etmek gerektir. Yine son mısrada, Fecr suresine atıf yapan Mısrî, sevgilinin (Allah’ın) çağrılarına kulak vermek gerekir. Bunun için de bedenden vazgeçmek, ölüme teslim olmaktan başka çare yoktur.

Niyâzî-i Mısrî kimdir?

Halvetiyye’nin Mısriyye kolunun kurucusu, mutasavvıf şair.
12 Rebîülevvel 1027’de (9 Mart 1618) Malatya’nın Aspozi kasabasında doğdu. Asıl adı Mehmed’dir. Şiirlerinde, ilim tahsili için bir süre Mısır’da kaldığından “Mısrî” mahlasıyla “Niyâzî” mahlasını kullanmış, bu ikisinin birleşiminden meydana gelen Niyâzî-i Mısrî, Mısrî Niyâzî ve Şeyh Mısrî diye tanınmıştır.
Mısrî, eğitim için birçok şehirde bulundu. 1050’de (1640) Kahire’ye gidip Ezher medreselerinde ilim tahsiline başladı. Mısır, Suriye ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerini dolaşıp 1056’da (1646) İstanbul’a gitti. Küçükayasofya civarında Sokullu Mehmed Paşa Camii Medresesi’nin bir hücresinde halvete girdi, daha sonra bir süre Kasımpaşa’da Uşşâkī Âsitânesi’nde misafir kaldı. Aynı yıl İstanbul’dan ayrılıp Anadolu şehirlerini dolaşmaya başladı.
İstanbul’da başlayıp yayılan Kadızâdeliler hareketinin etkisiyle aleyhinde bazı dedikodular çıkınca 1072 (1661) yılı başlarında bölgeden ayrılarak birkaç müridiyle birlikte Bursa’ya yerleşti. Niyâzî-i Mısrî, vaazlarında bu yasağa sebep olan Vanî Mehmed Efendi ile onun temsil ettiği zihniyeti sürekli eleştirdi.
Niyâzî’nin Bursa’da iken Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın davetine uyarak IV. Mehmed’in ikamet ettiği Edirne’ye gittiği, itibar ve hürmet gördüğü, dönüşte İstanbul’a uğradığı, hangi tarihte gerçekleştiği belirtilmeyen bu ziyaretin ardından 1083’te (1672-73) bir defa daha Edirne’ye davet edildiği kaydedilmektedir (Belîğ, s. 190; Şeyhî, II, 93). Kendisi de aynı yıl Edirne’ye davet edildiğini, devlet adamlarıyla görüştüğünü, sağlam delillerle görüşlerini savunup kabul ettirdiğini söyler, ancak orada ne kadar kaldığından ve daha önceki ziyaretinden bahsetmez. Onun Edirne’ye muhtemelen ilk defa bu tarihte gittiği söylenebilir. Niyâzî, bu ziyareti sırasında Eskicami’de vaaz ettiği sırada söylediklerinden dolayı, daha sonra kendisine intisap edip halifesi olan Sadr-ı Âlî çavuşlarından Azbî Baba nezâretinde Rodos’a sürgün edildi ve adanın kalesinde bir hücreye kapatıldı. Dokuz ay sonra Bursa’ya dönmesine izin verildi.
Niyâzî, yaklaşık bir buçuk yıl kadar süren bir dönemin ardından Defterdar Sarı Mehmed Paşa’ya göre (Zübde-i Vekayiât, s. 82) cezbe galebesiyle şeriatın zâhirine aykırı bazı sözleri sebebiyle Bursa kadısı Ak Mehmed Efendi’nin şikâyeti üzerine bu defa Limni adasına sürgün edildi (Safer 1088 / Nisan 1677). On beş yıla yakın sürgün hayatı yaşadıktan sonra II. Ahmed’in fermanıyla istediği yere gitmesine izin verilince tekrar Bursa’ya döndü (1103/1692). Ertesi yıl ordunun Avusturya seferine çıkacağı sırada 200 müridiyle birlikte sefere katılmak için hazırlıklara başladığı öğrenilince kendisine Bursa’dan ayrılmayıp hayır dua ile meşgul olması için bir hatt-ı hümâyun gönderildi. Ancak o, padişaha bir mektup yazarak bu isteğini kabul edemeyeceğini bildirdi.
Niyâzî’nin Tekfurdağı (Tekirdağ) yakınlarına kadar geldiğini öğrenen II. Ahmed, Silâhşor Beşir Ağa ile birlikte kendisine hediye olarak bir araba ve dervişlere dağıtılmak üzere önemli miktarda para gönderip kendisini Tekfurdağı’nda karşılamasını istedi. Fakat o bunları şiddetle reddetti. Edirne’ye ulaşmasının engellenmesi için gönderilen Mîrâhur Dilâver Ağa da Niyâzî’yi ikna edemedi. Bu arada Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa, Niyâzî’nin Edirne’ye gelmesi halinde sözlerinin halk ve ordu üzerinde etkili olacağını ve büyük bir fitne kopacağını ileri sürerek padişahı etkiledi. Niyâzî’nin müridleriyle birlikte öğle namazından önce Selimiye Camii’ne geldiğini duyan halk camiyi doldurdu (26 Şevval 1104 / 30 Haziran 1693). Sadrazam, şeyh sürgün edilmezse büyük bir kargaşa çıkacağını söyleyerek padişahı tekrar uyardı. Bunun üzerine Kaymakam Vezir Osman Paşa ile yeniçeri ağası Abdullah Ağa, padişah tarafından davet edildiğini belirterek Niyâzî’yi camiden dışarı çıkarıp Limni’ye sürgün edildiğini kendisine tebliğ ettiler. Otuz kadar müridiyle birlikte tekrar Limni’ye gönderilen Niyâzî-i Mısrî ertesi yıl burada vefat etti (20 Receb 1105 / 16 Mart 1694). (Kaynak: İslam Ansiklopedisi)

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.