Zam var, geçim yok: Asgari ücret ortalama oldu, açlık sınırının altında
Yüksek enflasyonun kalıcılaştığı, asgari ücretin istisna olmaktan çıkıp fiilen ortalama ücrete dönüştüğü bir ekonomik düzende 2026 yılına giriyoruz. Nominal artışlara rağmen açlık ve yoksulluk sınırlarının altında kalan asgari ücret, milyonlarca çalışan için bir geçim güvencesi olmaktan uzaklaşmış; yaşamı sürdürme mücadelesinin adı hâline gelmiştir.
Ücretlerin satın alma gücü hızla aşınırken gelir dağılımındaki bozulma derinleşmekte, refah artışı yerini kalıcı bir yoksullaşmaya bırakmaktadır. 2026 mali yılı için açıklanan asgari ücret, yüksek enflasyon, reel ücret kayıpları ve artan yaşam maliyetlerine rağmen beklentilerin oldukça altında kalmıştır. 2025 yılında 22 bin 104 TL olan net asgari ücretin %27’lik artışla 28 bin 75 TL’ye yükselmesi, açlık sınırının dahi altında kalan bir gelir düzeyine işaret etmektedir. Üstelik bu tutarın fiilen ortalama ücret hâline gelmiş olması, sorunun geçici değil, yapısal olduğunu daha görünür kılmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde asgari ücretle çalışanların oranı sınırlıyken, Türkiye’de çalışanların büyük bölümünün asgari ücret ve çevresinde gelir elde etmesi—özel sektör çalışanlarının yaklaşık %62’sinin asgari ücretin %20 fazlasına kadar ve altında ücret alması—orta sınıfın hızla eridiğini ve geçim krizinin toplumsal bir nitelik kazandığını göstermektedir. Bu tablo, sorunun yalnızca ücret artışlarıyla çözülemeyecek kadar derinleştiğini; merkezi ve yerel yönetimler açısından daha güçlü, bütüncül sosyal ve ekonomik politikaların artık bir tercih değil, zorunluluk hâline geldiğini açık biçimde ortaya koymaktadır.
ARTAN ÜCRET, AZALAN ALIM GÜCÜ: Asgari Ücret Artışı Enflasyon Karşısında Ne Kadar Gerçek?
1 Ocak 2026’dan itibaren geçerli olacak net asgari ücret 28 bin 75 TL olarak açıklandı. Bu tutar, 2025 yılı başında belirlenen ve yıl boyunca sabit kalan 22 bin 104 TL’lik asgari ücrete göre %27’lik bir artış anlamına geliyor. İlk bakışta bu oran, aşağıdaki tabloda da görüleceği üzere, 2026 yılı için uygulanacak yeniden değerleme oranı olan %25,49’un üzerinde kalıyor ve TÜİK’in Aralık 2025 verilerine göre %27,44 olarak açıklanan gıda enflasyonuyla da yaklaşık aynı düzeye denk düşüyor. Ancak aynı artış oranı, TÜİK’in yaklaşık %32 ve ENAG’ın %57 düzeyindeki yıllık enflasyon tahmininin belirgin biçimde gerisinde kalıyor.

Tablo: 2005-2025 Yılları Yeniden Değerleme ve TÜFE Oranları
2025 yılı boyunca asgari ücretin sabit tutulması, çalışanların alım gücünde belirgin bir erimeye yol açtı. Kasım ayı hariç tutulduğunda, asgari ücret neredeyse her ay ortalama %3 civarında reel değer kaybetti. Bu tablo, 2026 için yapılan artışın gerçek anlamda bir refah artışından çok, yıl içinde biriken kaybın sınırlı bir telafisi olduğunu ortaya koyuyor. Üstelik asgari ücretin yılda yalnızca bir kez belirlenmesi, düşük gelirli kesimlerin alım gücünü korumak bir yana, reel gelir kaybını kalıcı ve yapısal hâle getiren temel sorunlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
Benzer bir tablo 2024 ve 2025 verilerinde de görülüyor. 2024’te enflasyon %44,38 olarak gerçekleşirken, asgari ücret artışı %30’da kaldı; bu da asgari ücretlinin satın alma gücünde yaklaşık %15’lik bir reel kayba neden oldu. 2025 yılı enflasyonunun %32 düzeyinde gerçekleşeceği varsayıldığında, son iki yılın birikimli kayıpları dikkate alındığında, 2026 için belirlenen %27’lik artışın yetersizliği çok daha net biçimde ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla mesele yalnızca açıklanan nominal artış oranı değildir. Asıl sorun, asgari ücretin yaşam maliyetleri karşısındaki reel konumu ve toplumsal refah içindeki payıdır. Yanıtlanması gereken temel soru ise şudur: Yapılan bu artış, çalışanların yaşam standardında kalıcı bir iyileşme mi sağlıyor, yoksa yalnızca geçmiş kayıpların küçük bir bölümünü telafi eden geçici bir düzeltme mi sunuyor?
YILDA BİR ZAM, SÜREKLİ KAYIP: Altın ve Dolar Karşısında Eriyen Asgari Ücret
Asgari ücretin uzun vadeli seyrine bakıldığında, alım gücündeki erimenin boyutu çok daha net görülmektedir. TCMB verilerine göre 2005 yılında asgari ücretle yaklaşık 19 gram altın alınabilirken, bu miktar 2010 ve 2015 yıllarında 10 grama, 2020’de ise 7 grama kadar gerilemiştir. 2024’te yeniden 10 gram seviyesine ulaşılsa da, 2025’te bu tutar 3,5 grama düşmüş; 2026 yılı başı itibarıyla ise asgari ücretle yaklaşık 4,6 gram altın alınabilir hâle gelmiştir. Asgari ücretin 2026 mali yılı boyunca sabit kalacağı ve altın fiyatlarındaki artış eğiliminin süreceği dikkate alındığında, yılsonunda bu alım gücünün daha da düşmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Dolar bazında tablo ilk bakışta daha farklı görünmektedir. Asgari ücret 2005’te 260 dolar, 2010’da 390 dolar seviyesine yükselmiş; 2015 ve 2020 yıllarında da yaklaşık aynı düzeyde kalmıştır. 2024’te 660 dolara kadar çıkan ücret, 2025 yılı sonunda 520 dolara gerilemiş; 2026 yılı başında ise yaklaşık 655 dolar seviyesine ulaşmıştır. Ancak asgari ücretin yıl boyunca sabit kalacağı ve kur baskısının devam edeceği düşünüldüğünde, dönem sonunda dolar karşılığının da yeniden gerilemesi olasıdır.
Bu tablo, asgari ücretin dolar cinsinden zaman zaman artmış görünmesine rağmen, bu artışların büyük ölçüde kur hareketlerinden kaynaklandığını göstermektedir. Ücretlinin temel ihtiyaçlar karşısındaki reel konumunda ise aynı ölçüde bir iyileşme söz konusu değildir. Altın, bu açıdan asgari ücretin zaman içindeki gerçek değer kaybını daha açık biçimde ortaya koyan bir gösterge olarak öne çıkmaktadır. 2026 için yapılan %27’lik artış, altın karşılığına çevrildiğinde aylık bazda yalnızca yaklaşık 1,1 gramlık bir artışa denk gelmekte; bu da son yirmi yılda biriken kaybı telafi etmekten oldukça uzaktır.
TÜRK-İŞ’in mutfak harcaması verileriyle birlikte değerlendirildiğinde tablo daha da çarpıcı hâle gelmektedir. Gıda harcamalarındaki yıllık artışın yüksek seyrettiği bir ortamda, asgari ücretteki artış daha ilk aşamada mutfak enflasyonuna yenilmektedir. Bu nedenle ücretin dolar bazında yükselmiş görünmesi, ücretlinin yaşadığı reel kaybı telafi etmeye yetmemektedir.
Altın, asgari ücretin zaman içindeki gerçek değer kaybını ölçen en sade göstergelerden biri olurken; dolar, ücretin yalnızca uluslararası ölçekteki nominal karşılığını yansıtmaktadır. Ancak içerdeki hayat pahalılığı ve zorunlu harcamalar dikkate alındığında, bu nominal artışların ücretlinin refahında kalıcı bir iyileşmeye işaret etmediği açıktır. Bu iki gösterge birlikte okunduğunda, ücretli kesimin uzun vadede yapısal bir yoksullaşma süreciyle karşı karşıya olduğu net biçimde ortaya çıkmaktadır.

Tablo: Asgari Ücretin Zaman İçinde Eriyen Alım Gücünün Karşılığı
2005–2026 dönemi üzerinden yapılan bu karşılaştırmalar, asgari ücretin bazı yıllarda dolar ve euro cinsinden artmış görünmesine rağmen, gelirinin büyük bölümünü gıda harcamalarına ayırmak zorunda kalan ailelerin gerçek yaşam koşullarında bir iyileşme olduğuna dair yorumların eksik kaldığını göstermektedir. Satın alma gücündeki değişimi esas alan, özellikle gıda başta olmak üzere zorunlu giderlerdeki artışı hesaba katan karşılaştırmalar, dönemler arasındaki asgari ücret farklarını çok daha gerçekçi biçimde ortaya koymaktadır.

Tablo: Türkiye ve Bazı Avrupa Ülkelerinin Asgari Ücret Değişimleri
Yukarıdaki tablo, Türkiye’de asgari ücretin yıllar içinde Avrupa ülkeleriyle arasındaki farkın belirgin biçimde açıldığını ve ücretin kur hareketlerine son derece bağımlı, kırılgan bir yapı sergilediğini ortaya koyuyor. Türkiye’de asgari ücret Euro bazında istikrarlı bir artış izlemiyor; aksine dalgalı ve geçici yükselişlerle şekilleniyor. Bu dalgalı seyir, Türkiye ile Avrupa ülkeleri arasındaki makasın giderek açılmasına neden oluyor. 2005’te görece sınırlı olan fark, 2024–2025 itibarıyla Türkiye’deki asgari ücretin Almanya ve Fransa’nın yaklaşık dörtte biri, İngiltere’nin ise beşte biri düzeyinde kalmasıyla çok daha belirgin hâle geliyor. Bu tablo, kur kaynaklı artışların refah artışı olarak okunamayacağını açıkça ortaya koyuyor.
Euro cinsinden dönemsel yükselişlere rağmen, yüksek enflasyon ve artan yaşam maliyetleri asgari ücretlinin reel kazancını hızla aşındırıyor. Sonuç olarak tablo, Türkiye’de asgari ücretin Avrupa’ya kıyasla yalnızca düşük düzeyde kalmadığını; aynı zamanda kur ve enflasyon şoklarına açık, gelir güvencesi zayıf bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Buna karşılık Avrupa ülkelerinde asgari ücret, daha öngörülebilir ve koruyucu bir gelir aracı olarak işlevini sürdürüyor.
GEÇİM ÜCRETİ DEĞİL: Asgari Ücret Açlık ve Yoksulluk Sınırının Altında
Bugün gelinen noktada asgari ücret, dört kişilik bir hanenin açlık sınırını dahi karşılayamayan bir gelir düzeyine sıkışmış durumda. Yoksulluk sınırıyla arasındaki makas ise her geçen ay daha da açılıyor. Bu tablo, asgari ücreti bir “geçim ücreti” olmaktan tamamen çıkararak, tek başına yaşamayı dahi mümkün kılmayan eksik ve kırılgan bir gelir hâline getiriyor.
TÜRK-İŞ’in Kasım 2025 verileri, bu gerçeği tartışmasız biçimde ortaya koyuyor. TÜRK-İŞ’in Kasım 2025 verilerine göre dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (AÇLIK SINIRI) 29 bin 828 TL, gıda harcaması ile giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise (YOKSULLUK SINIRI) 97 bin 159 TL düzeyine ulaşmış durumda. Bekâr bir çalışanın asgari yaşam maliyeti ise 38 bin 752 TL olarak hesaplanıyor.
Bu veriler ışığında, 28 bin 75 TL olarak belirlenen asgari ücret daha maaş haneye girmeden açlık sınırının altında kalıyor. Üstelik bu ücretin 2026 yılı boyunca sabit kalacağı düşünüldüğünde, tablo yalnızca ağır değil, alarm verici bir hâl alıyor. Asgari ücret artık yoksulluğu değil, doğrudan açlığı tarif eden bir gelir düzeyine dönüşmüş durumda.
Bu durum, düşük gelirli kesimlerin temel ihtiyaçlarını karşılamaktan hızla uzaklaştığını gösteriyor. Özellikle gıda fiyatlarının kontrol edilemediği bir ortamda, asgari ücretlinin satın alma gücü her ay biraz daha eriyor. Gelirle yaşam maliyetleri arasındaki bu kopuş, geçim krizini bireysel bir sorun olmaktan çıkarıp açık bir toplumsal risk alanına dönüştürüyor.
TÜRK-İŞ verileri, yaşanan bu tablonun geçici değil, yapısal bir çöküşe işaret ettiğini ortaya koyuyor. Açlık sınırı ile asgari ücret arasındaki fark, tek bir zam döneminin değil, yıllar boyunca biriken refah kaybının sonucudur. Ücret artışları fiyatların gerisinde kaldıkça, her yeni zam aslında bir önceki kaybın telafi edilemediğinin ilanına dönüşüyor.
Tam da bu nedenle sosyal devletin yerel ayağı olan sosyal belediyecilik, artık bir tercih değil, sosyal çözülmeyi yavaşlatan zorunlu bir kamusal müdahale alanı hâline gelmiştir.
SOSYAL BELEDİYECİLİK: Geçim Krizine Yerelden Müdahale
Serbest piyasa ekonomisinin bireysel çıkarları önceleyen yapısı, gelir dağılımı bozuldukça dezavantajlı ve kırılgan kesimlerin sorunlarını derinleştiriyor. Yoksulluk ve gıda güvencesizliği, artık bireysel bir yetersizlik değil; doğrudan kamusal bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bu tablo, sosyal refah devleti anlayışı çerçevesinde yerel yönetimlere daha aktif ve belirleyici bir sorumluluk yüklüyor.
Ekonomik kriz dönemlerinde yerel yönetimler açısından gıda güvenliği, yalnızca sosyal politika başlığı değil; halk sağlığı ve toplumsal dayanışmanın temel unsurlarından biri hâline geliyor. Uygun fiyatlı ve erişilebilir gıdaya yönelik politikalar, klasik sosyal yardımların ötesine geçerek, hane bütçesi üzerindeki baskıyı doğrudan azaltan yapısal bir müdahale niteliği taşıyor.
Bu çerçevede yaygınlaşan kent lokantaları, sosyal yardım anlayışının ötesinde, düşük gelirli kesimlerin temel beslenme ihtiyacına doğrudan yanıt veren kalıcı bir destek mekanizması olarak öne çıkıyor. Gıda harcamalarını sınırlayan bu uygulamalar, kriz koşullarında toplumsal kırılganlığı azaltan önemli bir kamusal işlev üstleniyor.
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin son dönemde hayata geçirdiği uygulamalar, Türkiye’de derinleşen geçim krizine karşı geliştirilen kamusal müdahalelerin somut bir örneğini sunuyor. Belediyenin güncel hizmet fiyatlarına bakıldığında, kamusal destek yoluyla günlük yaşam maliyetlerinin nasıl aşağı çekilmeye çalışıldığı açıkça görülüyor. Buna göre Belediyenin 8 iştirakinden biri olan BURFAŞ kafelerinde su 5 TL, çay 10 TL, Bursa kazan simidi 20 TL olarak sunulurken, Kent Lokantası’nda bir öğün yemek 80 TL’den karşılanabiliyor.
TÜRK-İŞ’in hesapladığı günlük gıda maliyetleriyle kıyaslandığında, bu fiyatlar yalnızca “ucuz” olmanın ötesine geçiyor; asgari ücretli için hayatta kalma eşiğini belirleyen kritik bir destek alanı oluşturuyor. Piyasada tek bir öğün yemeğin dahi bu rakamların çok üzerine çıktığı bir ortamda, kent lokantaları fiilen açlık ile yoksulluk arasında bir tampon mekanizma işlevi görüyor.
TÜRK-İŞ’in açlık sınırı hesaplamasında örnek alınan dört kişilik bir ailenin Bursa’da yaşadığını ve bu ailenin Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin kamusal hizmetlerinden düzenli biçimde yararlandığını varsayalım. Aile bireylerinin günde iki öğününü Kent Lokantası’nda karşıladığı, sabahları ise çay ve simitle kahvaltı yaptığı bir beslenme düzeni ele alındığında ortaya çıkan tablo dikkat çekicidir.
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin bu tesislerinde, 4 kişilik ailenin aylık gıda masrafı 22 bin 800 TL olacaktır:
Dört kişilik bir ailenin öğle ve akşam olmak üzere günlük iki öğün yemeğinin kişi başı 80 TL’den karşılanması durumunda günlük yemek harcaması 80*2*4=640 TL’ye, aylık yemek gideri ise 640*30= 19 bin 200 TL’ye ulaşmaktadır.
Sabah kahvaltısında kişi başı 10 TL’lik çay ve 20 TL’lik simit tüketildiğinde, bir önceki yılla aynı fiyatlar üzerinden dört kişilik ailenin günlük kahvaltı maliyeti (10+20)*4=120 TL olmaktadır. Bu tutar aylık bazda hesaplandığında ise kahvaltı gideri 120*30=3 bin 600 TL’ye ulaşmaktadır.
Bu hesaplamayla birlikte Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin sunduğu bu kamusal hizmetlerden yararlanan dört kişilik bir ailenin aylık toplam gıda harcaması 22 bin 800 TL düzeyinde gerçekleşmektedir. TÜRK-İŞ’in güncel verilerine göre dört kişilik bir aile için belirlenen 29 bin 828 TL’lik açlık sınırıyla karşılaştırıldığında, bu kamusal destekler sayesinde gıda harcamalarında yaklaşık 7 bin TL’lik bir düşüş sağlandığı görülmektedir. Bu da açlık sınırının Bursa özelinde ((29.828-22.800)/29.828))*100= % 23,56 oranında aşağı çekilebildiğine işaret etmektedir.
Bu çerçevede 28 bin 75 TL’lik net asgari ücret dikkate alındığında, yalnızca gıda harcamaları karşılandıktan sonra asgari ücretlinin elinde kalan tutar yaklaşık 5 bin 275 TL ile sınırlı kalıyor. Bu tablo, sosyal desteklerin neden artık tamamlayıcı değil, hayati bir işlev gördüğünü açık biçimde ortaya koyuyor.
Bu hizmetlerin kapsamı da dikkat çekicidir. Bursa’da kent lokantalarından bir yıl içinde 400 binden fazla kişinin faydalanmış olması, bu uygulamaların sınırlı bir kesime değil, geniş bir toplumsal ihtiyaca karşılık geldiğini gösteriyor. Aynı şekilde 10 bin askıda yemek uygulaması, dayanışmanın bireysel bağışlardan çıkarak kurumsal ve sürdürülebilir bir yapıya evrildiğini ortaya koyuyor. Hâlihazırda kent genelinde 7 kent lokantası bulunurken, Büyükşehir Belediyesi’nin doğrudan işlettiği lokanta sayısının 3’e çıkarılması ise bu yaklaşımın geçici bir proje değil, kalıcı bir geçim politikası olarak benimsendiğini gösteriyor.
Ortaya çıkan tablo, sosyal destek mekanizmalarının özellikle gıda harcamaları üzerinde ne kadar kritik bir rol oynadığını açık biçimde ortaya koyarken, aynı zamanda bu desteklerin neden giderek kitlesel bir ihtiyaç haline geldiğini de gözler önüne seriyor.
YEREL YÖNETİMLER NEDEN BU YÜKÜ TAŞIYOR ?
Normal koşullarda açlıkla mücadele ve uygun fiyatlı beslenme politikaları, merkezi yönetimin asli sorumluluk alanında yer almalıdır. Ancak asgari ücretin yapısal olarak yetersiz kaldığı bir ekonomide, bu sorumluluk fiilen yerel yönetimlerin omuzlarına yüklenmiş durumdadır.
TÜRK-İŞ’in açıkladığı yoksulluk sınırının 100 bin TL’ye dayanması, bu yükün neden belediyelere kaldığını açık biçimde ortaya koyuyor. Merkezi ücret politikası, asgari yaşam maliyetini dahi karşılayamaz hâle geldiğinde, yerel yönetimler sosyal çöküşü yavaşlatan son savunma hattına dönüşmektedir.
Bu tablo, belediyelerin başarısından çok, ülkedeki gelir dağılımı sorununa işaret etmektedir. Kent lokantalarının yaygınlaşması, askıda yemek uygulamalarının kurumsallaşması, ucuz su ve temel gıda hizmetleri; refah artışının değil, derinleşen refah kaybının telafi araçları olarak ortaya çıkmaktadır.
Asgari ücret açlık sınırının altında kalıyorsa, kent lokantaları bir sosyal tercih değil, zorunlu bir yaşam hattına dönüşüyorsa; sorun belediyelerin “fazla sosyal” olmasında değil, emeği koruyamayan merkezi politikalardadır. Yerel yönetimler bugün açlığı geciktiren son tamponu kurmaktadır. Ancak kalıcı çözüm, belediyelerin mutfaklarından değil; merkezi yönetimin adil, öngörülebilir ve yaşam maliyetlerini esas alan bir ücret politikasından geçmektedir. Aksi hâlde sosyal belediyecilik, refahı paylaşmanın değil, yoksullukla mücadeleyi sürdürmenin aracı olmaya devam edecektir.
SONUÇ: Zam Var, Çözüm Yok, Dayanışma Mecbur
2026’da asgari ücret, kâğıt üzerinde artmış görünse de mutfakta küçülmeye devam ediyor. Daha maaş haneye girmeden açlık sınırının altında kalan bu ücret, yıl boyunca enflasyon karşısında eriyerek “geçim ücreti” olma niteliğini yitiriyor. Altın, döviz ve gıda fiyatları karşısındaki kayıp, sorunun yalnızca dönemsel zam oranlarından değil, yapısal bir yoksullaşma sürecinden kaynaklandığını açık biçimde ortaya koyuyor.
Belirlenen asgari ücret artışı, kısa vadede çalışanlara sınırlı bir nefes aldırsa da, uzun vadede yoksulluk sınırının kalıcı biçimde üzerine çıkan bir yaşam standardı sunmaktan uzak görünüyor. TÜRK-İŞ’in açlık ve yoksulluk sınırı verileriyle birlikte değerlendirildiğinde, ücretlerin reel olarak gerilediği ve geçim krizinin istisna olmaktan çıkıp toplumsal bir norma dönüştüğü görülüyor. Asgari ücretin fiilen ortalama ücret hâline geldiği bu tabloda, milyonlarca çalışan için geçim sorunu artık yaygın ve kalıcı bir gerçekliktir.
Bu koşullar, vatandaşların hem merkezi yönetimden hem de yerel yönetimlerden daha güçlü, kapsayıcı ve kalıcı sosyal ve ekonomik politikalar talep ettiğini göstermektedir. Sosyal belediyecilik uygulamaları da bu talebin somut karşılıkları olarak öne çıkmaktadır. Kent lokantaları, uygun fiyatlı temel hizmetler ve gıda destekleri; refah artışının değil, derinleşen refah kaybının telafi edilmesine yönelik fiilî bir dayanışma zemini oluşturmaktadır. Bu uygulamalar, sosyoekonomik eşitsizliklerin etkilerini sınırlamak ve toplumsal dayanışmayı ayakta tutmak açısından hayati bir rol üstlenmektedir.
Ancak bu tablo, belediyelerin başarısından çok, mevcut ücret politikasının yetersizliğine işaret etmektedir. Yerel yönetimlerin kurduğu dayanışma ağları, adil ve sürdürülebilir bir ücret düzeninin yerine geçemez. Kalıcı çözüm; asgari ücretin açlık ve yoksulluk sınırlarını sürekli biçimde aşabildiği, çalışanların temel ihtiyaçlarını sosyal desteklere bağımlı kalmadan karşılayabildiği bir ekonomik yapının inşa edilmesidir.
Bununla birlikte mevcut koşullarda yerel yönetimlerin sosyal politikalarını güçlendirmesi bir tercih değil, zorunluluktur. Kent lokantalarının yaygınlaştırılması, ücretsiz ya da düşük maliyetli kreş hizmetlerinin artırılması, sosyal yardımların daha planlı ve kapsayıcı hâle getirilmesi ve merkezi yönetimin yerel yönetimlere mali ve idari desteklerini artırması bu sürecin temel başlıklarıdır. Belediyelerin bütçelerinde sosyal harcamalara daha fazla pay ayrılması, kırılgan ve dezavantajlı kesimler için kalıcı iyileşmelerin önünü açacaktır.
Bu çerçevede, belediyelerin sosyal politika performanslarını ölçen, şeffaf ve karşılaştırılabilir bir “Sosyal Belediyecilik Endeksi” oluşturulması da önemli bir araç olabilir. Veriye dayalı bu tür mekanizmalar, hem kamuoyuna hem de politika yapıcılara yol gösterici bir işlev görecektir.
Sonuç olarak, ekonomik krizlerin yarattığı tahribatı hafifletmek amacıyla geliştirilen sosyal belediyecilik uygulamaları, geçici yardım mekanizmaları değil; sosyal adaleti güçlendiren uzun vadeli stratejiler olarak ele alınmalıdır. Ancak bu tablo, belediyelerin başarısından çok, mevcut merkezi ücret politikasının yetersizliğini gözler önüne sermektedir. Kalıcı çözüm, yoksulluğu yönetmeye odaklanan politikalarla değil; emeğin insanca yaşamaya yetecek bir gelirle güvence altına alındığı adil ve sürdürülebilir bir ekonomik düzenin kurulmasıyla mümkündür.
Bu hedefe ulaşmak ise, merkezi ve yerel yönetimler arasında güçlü bir işbirliği ve yaşam maliyetlerini esas alan adil bir ücret politikasının hayata geçirilmesine bağlıdır. Bu işbirliği bir tercih değil; Türkiye’nin daha eşitlikçi, dayanıklı ve sürdürülebilir bir toplumsal yapıya ulaşmasının zorunlu koşuludur.