Üreten devlet, kazanan halk: Komprador burjuvaziye karşı yeni kamuculuk modeli / Ergül Halisçelik yazdı
Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığı, yalnızca üretim araçlarının değil, karar alma iradesinin de halkın elinde olmasına bağlıdır. Ancak tarih boyunca bu irade, üretmek yerine aracılığı, yatırım yerine rantı tercih eden, ulusal çıkarları değil, dış sermayenin taleplerini önceleyen komprador bir zümrenin çıkarları doğrultusunda zayıflatılmıştır. Dış sermayenin taleplerini ulusal kalkınmanın önüne koyan bu zihniyet, ülkeyi üreten bir ekonomiden tüketen bir pazara dönüştürmüş; bağımsızlığın asıl temeli olan üretim gücünü aşındırmıştır. Oysa ekonomik kurtuluş, geçmişin devletçi kalkınma mirasını çağın bilimi, teknolojisi ve toplumsal bilinciyle yeniden harmanlayarak; halkın emeğini, üretim potansiyelini ve refahını merkeze alan kamucu bir ekonomi anlayışını yeniden inşa etmekle mümkündür.
Komprador burjuvazi, yerli görünür, ancak gerçekte yabancı sermayenin içerideki temsilcisidir. Ulusal çıkarları geri plana iter, dış güçlerin menfaatine hizmet eder; üretim yerine ithalatı, yatırım yerine spekülasyonu tercih eder. Halkın emeğinden değil, dış borcun faizinden beslenir. Böylece ekonomi üretimden kopar, ithalata bağımlı hale gelir, dış ticaret açıkları kronikleşir. Bu kırılgan yapı yalnızca ekonomik dengeleri değil, siyasal karar alma süreçlerini de dış etkilere açık hale getirir. Ulusal irade zayıflar, ekonomik bağımlılık siyasi bağımlılığı da beraberinde getirir.
Komprador burjuvazinin zenginliği topluma refah olarak dönmez; aksine, gelir adaletsizliğini derinleştirir. Bir yanda sermaye birikimiyle güçlenen dar bir zümre, diğer yanda geçim mücadelesi veren geniş halk kesimleri… Bu tablo, sadece ekonomik dengeleri değil, sosyal adaletin temellerini de sarsar. Gelir dağılımındaki uçurum büyüdükçe, toplumsal barış da zedelenir.
Bugün Türkiye’nin önündeki temel mesele, bu kısır döngüyü kırmaktır. Ekonomik bağımsızlık, ancak üretim temelli, halkçı ve kamucu bir kalkınma anlayışıyla yeniden kazanılabilir. Halkın emeğini sömüren değil, onu örgütleyen ve güçlendiren bir devlet anlayışı olmadan, ekonomik egemenliğin yeniden tesisi mümkün değildir.
SÖMÜRGE AJANINDAN YERLİ ELİTLERE: Bağımlılığın İnce İplikleri
“Komprador” kavramı, yalnızca ekonomik bir tanımlama değil, sömürge düzeninin en incelikli aracıdır. 19. yüzyılda Çin’den Latin Amerika’ya kadar birçok toplumda, emperyal güçlerin yerel halkla doğrudan temas kurmadan sömürü ilişkisini sürdürebilmesinin aracı, bu yerli işbirlikçi sınıf olmuştur. Batılı tüccarların çıkarlarını içerden koruyan bu zümre, zamanla yalnızca ticaretin değil, düşüncenin ve yönetişimin de yabancı merkezlere bağımlı hale gelmesine zemin hazırlamıştır.
Türkiye özelinde ise bu sınıf, Osmanlı’nın son döneminden itibaren dış borçlar, kapitülasyonlar ve ithalata dayalı ticaret üzerinden güç kazanmış; Cumhuriyet’in ilk yıllarında devletçilik politikalarıyla törpülense de, hiçbir zaman bütünüyle ortadan kalkmamıştır. Bugün “komprador” zihniyeti, biçim değiştirerek yeniden aramızdadır — artık saraylarda değil, finans kulelerinde; kapitülasyonlarda değil, küresel sermaye ağlarının görünmez sözleşmelerinde yaşamaktadır.
Cumhuriyet’in ilk döneminde benimsenen devletçilik ilkesi, işte bu yapının tahakkümünü kırmak için doğmuştur. Çünkü ekonomik bağımsızlık, yalnızca siyasal egemenlikle değil, üretim araçları üzerindeki denetimle mümkündür. Ulusal kalkınma, dışa bağımlı komprador zümrelerin değil, üretici halkın iradesiyle yükselebilir.
KOMPRADOR EKONOMİNİN TÜRKİYE’DEKİ GÜNCEL YANSIMALARI: Rant Ekonomisinin Gölgesinde Kaybolan Üretim İradesi
Türkiye’nin ekonomik tarihi, aslında iki karşıt iradenin bitmeyen mücadelesidir: üretimden beslenen ulusal kalkınmacı irade ile dış sermayenin çıkarlarını içselleştiren komprador zihniyet. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte elde edilen üretim temelli bağımsızlık anlayışı, her on yılda bir farklı biçimlerde kuşatılmış; her sanayileşme hamlesinin önüne, yerli görünüp yabancı çıkarları savunan bir zümre çıkarılmıştır. Bugün bu zihniyet, artık gümrük antrepolarından değil, borsa ekranlarından ve finansal ağlardan konuşmaktadır. Üretim yerine ithalatı, yatırım yerine rantı, ulusal çıkar yerine kısa vadeli kârı önceleyen bu düzen, Türkiye’yi üreten bir toplumdan borçla dönen bir ekonomiye dönüştürmüştür. Gerçekte bitmeyen şey, kalkınma mücadelesidir — ve bu mücadele artık sadece sanayi sahasında değil, ekonomik iradenin kimde olacağı sorusunda düğümlenmektedir.
Cumhuriyet’in devletçilik politikaları, tam da bu bağımlı yapıyı kırmak ve ulusal üretimi kurumsallaştırmak amacıyla doğmuştu. Ancak komprador düzen, geçmişin bir kalıntısı değil, bugünün ekonomik alışkanlığı haline geldi. 1980’lerden itibaren “serbest piyasa” söylemiyle yeniden güç kazandı; üretimi teşvik etmek yerine ithalatı kolaylaştıran, ulus-ötesi sermayeye açık ve tüketim odaklı bir model hâkim oldu.
Özelleştirme dalgası, kamunun elindeki stratejik sektörleri birer birer ortadan kaldırdı. “Özel sektör verimli işler” denildi; ama sonuç tersi oldu: fabrikalar kapandı, makineler hurdaya satıldı, araziler rant projelerine dönüştü. Üretim kapasitesi azaldı, istihdam geriledi ve Türkiye yeniden ithalata bağımlı hale geldi.
Bu süreçte komprador burjuvazinin yeni temsilcileri ortaya çıktı: finans, inşaat ve ithalat üzerinden zenginleşen, uluslararası sermaye akımlarına bağlı bir ekonomik elit. Onlar için önemli olan, fabrika bacalarının tütmesi değil, borsa endekslerinin yükselmesidir. Üretimden değil, döviz hareketlerinden ve kamu ihalelerinden beslenirler. Böylece dış kaynakla büyüyen, içeride üretmeyen kırılgan bir ekonomi doğdu. Her döviz dalgalanması, her faiz artışı ya da küresel kriz, bu yapının ne kadar sarsak temeller üzerine kurulu olduğunu yeniden gösterdi.
Komprador ekonomi yalnızca üretimi değil, siyasal bağımsızlığı da aşındırır. Yabancı sermayeye aşırı bağımlılık, karar alma süreçlerini dış etkilere açık hale getirirken; gelir dağılımı bozulur, sosyal adalet yara alır. Zenginlik bir avuç elde birikirken, geniş halk kesimleri yoksullaşır.
Artık sorgulanması gereken şey, yalnızca ekonomik modeller değil, ekonomik zihniyetin kendisidir. Komprador düzen, bağımlılığı bir sistem alışkanlığına dönüştürmüş; üretim yerine borçlanmayı, dayanışma yerine rekabeti, kamu yararı yerine bireysel kazancı kutsamıştır. Bu zihniyet değişmedikçe, ekonomik bağımsızlık bir slogandan ibaret kalacaktır.
Gerçek kurtuluş, ekonomiyi halkın lehine yeniden kurmakla mümkündür — bu, bir tercih değil, tarihsel bir zorunluluktur.
PİYASANIN ZİNCİRLERİ: Neo-Liberal Dönüşümün Komprador Maskesi
1980’lerle birlikte Türkiye, yalnızca ekonomik bir yön değişikliğine değil, aynı zamanda zihinsel bir kırılmaya da sahne oldu. “Serbest piyasa” ve “küresel entegrasyon” söylemleri, bir kalkınma vizyonu olarak değil, yeni bir bağımlılık zincirinin ideolojik kılıfı olarak benimsendi. Cumhuriyet’in üretim odaklı devletçilik mirası, “verimsizlik” bahanesiyle tasfiye edilirken; kamusal mülkiyet, ulusal planlama ve ekonomik özyeterlilik kavramları, çağın dışına itilmiş gibi gösterildi.
Oysa özelleştirme furyası, yalnızca fabrikaları değil, toplumsal dayanışmayı, üretim kültürünü ve ekonomik egemenlik fikrini de satışa çıkardı. Neo-liberal dönüşüm, aslında komprador burjuvazinin çağımıza uyarlanmış yeni biçimidir: bu kez ithalat gemilerinin yerini sermaye akışları, kapitülasyon fermanlarının yerini ise serbest piyasa anlaşmaları aldı. Bugün Türkiye’nin yaşadığı kırılgan ekonomik yapı, işte bu yeni kompradorizmin en somut sonucudur — dışarıya bağımlı, içeride üretimsiz, emeğini değil dış sermayeyi merkeze alan bir sistem.
Bu süreçte yerli üretici, uluslararası devlerin taşeronu haline gelmiş; karar gücü, fiyat belirleme ve kâr paylaşımı dış merkezlere kaymıştır. “Kârın özelleştirilip zararın kamusallaştırılması” artık neoliberal ekonominin temel yasasıdır. Bu anlayışın yarattığı “büyüme”, içi boş, hormonlu, yapay ve kırılgan bir büyümedir — ithal tohumla ekilen, dış borçla sulanan, kârı yurtdışına taşınan bir sanayi gibidir.
“Özelleştirme yanılsaması” ise bu tabloyu tamamlamıştır. Elektrik dağıtımından telekomünikasyona kadar pek çok stratejik kamu kurumu özel tekellere devredilmiş; rekabet artmak bir yana, tekelci fiyatlandırmalar kamuyu daha fazla yük altına sokmuştur. Hazine garantileri, vergi indirimleri ve teşviklerle ayakta tutulan bu şirketler, gerçekte devlet destekli ayrıcalıklı sermaye yapılarıdır.
Tarımda destekleme alımlarının kaldırılması, ithalatın serbestleştirilmesi ve girdi fiyatlarındaki dış bağımlılık, Anadolu çiftçisini küresel tarım tekellerinin insafına bırakmıştır. Enerjideki dışa bağımlı fiyatlandırmayla birleşince, devletin elini çektiği her alanda ulusal kontrol zayıflamış, üretim zinciri dış merkezlerin denetimine geçmiştir.
Bugün e-ticaretten gıdaya kadar birçok stratejik yerli markanın yabancı şirketlere satılması, bu yeni bağımlılık zincirinin en görünür göstergesidir.
Artık kâr da karar da yurt dışına taşınmıştır.
Ve unutulmamalıdır: devlet ekonomiden çekildiğinde, o boşluğu her zaman en güçlü olan doldurur — ve o el, her zaman küresel sermayenin elidir.
PLANLI KALKINMANIN DÖNÜŞÜ: Kamucu Ekonominin Gelecek Vizyonu
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında şekillenen devletçilik ilkesi, yalnızca bir iktisadi tercih değil, bağımsızlığın ekonomik alandaki manifestosuydu. O dönem, emperyalizmin askeri zincirlerini kıran bir halkın, ekonomik boyundurukları da reddetme iradesini simgeliyordu. Bugün, küresel sermayenin ağları içinde çözülmüş bir ekonomiyi yeniden üretimle ayağa kaldırmak, ancak kamunun yönlendirici ve örgütleyici gücünü yeniden inşa etmekle mümkündür.
Devlet artık sadece düzenleyen değil, üretim iradesini halkla birlikte kuran bir aktör olmalıdır. Gıda güvenliğinden enerjiye, savunmadan dijital teknolojiye kadar her stratejik alanda ulusal üretim ağlarını örmek, halkın emeğini yeniden kalkınmanın merkezine yerleştirmek, ekonomik bağımsızlığın çağdaş ifadesidir. Bu yeni devletçilik, geçmişin kalıplarını değil, özgüvenini bugünün bilimiyle birleştiren bir vizyondur; üretimi, adaleti ve refahı aynı çizgide buluşturma kararlılığıdır.
Devletçiliği yeniden tartışmak, geçmişe dönüş değil, geleceğe daha sağlam adımlarla ilerleme iradesidir. Amaç, 1930’ların modelini tekrarlamak değil; 2030’ların dünyasına uygun, kamucu ve sürdürülebilir bir kalkınma stratejisi kurmaktır. Devlet, stratejik sektörlerde yeniden öncü bir üretici olmalı; gıda, enerji, ulaşım, savunma ve yazılım gibi alanlarda milli üretim ağlarını kurarak ulusal kapasiteyi güçlendirmelidir.
Yerli üreticiyi destekleyen, Ar-Ge’yi teşvik eden, katma değeri yüksek üretime dayalı bir model olmadan ekonomik bağımsızlıktan söz edilemez. Bu anlayışta devlet, halkın emeğini sömüren değil, onu örgütleyen, yönlendiren ve koruyan bir güçtür. Kooperatifçilik, bölgesel kalkınma ajansları ve kamusal yatırım politikalarıyla üretimin tabana yayılması, hem istihdamı artırır hem de bölgesel eşitsizlikleri azaltır. Her şehir kendi üretim odağını, her bölge kendi sanayi üssünü oluşturduğunda sermaye birikimi tek elde toplanmaz; kalkınma, halkın ortak emeğiyle tabana yayılır.
Ayrıca, planlı kalkınma anlayışı yeniden devlet politikasının omurgası olmalıdır. Rastgele teşvikler yerine, uzun vadeli ve kamusal faydayı esas alan bir planlama sistemi kurulmalıdır. Planlı ekonomi, bireysel girişimi bastırmak değil; onu ulusal çıkarlar doğrultusunda yönlendirmek anlamına gelir. Böylece piyasanın dinamizmini korurken, toplumu ortak hedefler etrafında birleştiren kapsayıcı bir üretim seferberliği oluşturulabilir.
Sonuçta, devletçi iktisadın yeniden inşası, geçmişin romantizmi değil, geleceğin zorunluluğudur. Halkın üretim gücünü serbest bırakmak, Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel bağımsızlığını yeniden tahkim etmenin tek yoludur.
DEVLETİN EKONOMİDEKİ YENİ ROLÜ: Üreten, Yönlendiren, Kapsayıcı Bir Kamu Anlayışı
Yeni bir ekonomik vizyon, geçmişin tekrarı değil; tarihten öğrenip geleceği halkın yararına yeniden inşa etme iradesidir. 21. yüzyılın devletçiliği, eski bürokratik kalıplara değil; yeşil dönüşüm, dijital kalkınma ve toplumsal katılımın uyumuna dayanır.
Enerjide kamusal yatırımlar ve bağımsızlık, tarımda stratejik yerli üretim, dijital alanda ulusal teknoloji seferberliği, ve devletin “piyasa bekçisi” değil “üretim öncüsü” rolünü üstlenmesi — işte yeni devletçiliğin dört temel sütunu. Bu anlayış, nostaljik bir geri dönüş değil, çağın ekonomik ve sosyal zorunluluğudur.
Krizlerin, savaşların ve küresel belirsizliklerin arttığı bir dünyada, halkın refahını piyasanın insafına bırakan hiçbir ülke ayakta kalamaz. Devlet, yalnızca düzenleyici değil; sosyal devlet ilkesi gereği, gerektiğinde doğrudan üretici ve yönlendirici bir aktördür. Stratejik sektörlerde üretim ve istihdam yaratmak, kamu hizmetlerinin sürekliliğini sağlamak ve kriz anlarında piyasanın boşluklarını doldurmak, devletin asli görevidir.
Piyasa mekanizması her zaman kusursuz işlemez. Yoksulluk, çevre tahribatı, gıda güvensizliği, eğitimde eşitsizlik, sağlıkta erişim sorunları, gelir adaletsizliği, işsizlik ve enflasyon gibi alanlarda devlet, toplumsal adaletin gereği olarak piyasanın yetersizliklerini gidermekle yükümlüdür. Bu model ne piyasayı dışlayan katı bir devletçilik, ne de toplumu piyasaya terk eden bir serbestiyet anlayışıdır. Gereken şey, etkin, teşvik edici, yönlendirici ve iyi yönetişimle uyumlu bir kamucu devlet anlayışıdır.
Yeni devletçilik; demokratik, sosyal ve kalkınmacı bir çerçevede hareket eden, gerektiğinde müdahale eden ama aynı zamanda özel girişim için sağlıklı bir üretim ortamı yaratan bir modeldir. Bu vizyon, devletin yalnızca büyümeye değil; sürdürülebilir kalkınma, sosyal adalet ve insani gelişme hedeflerine yönelmesini zorunlu kılar.
Gerçek kalkınma, büyüme oranlarıyla değil, yoksul ve kırılgan kesimlerin yaşam koşullarındaki iyileşmeyle ölçülür. Gerçek devletçilik, piyasanın dinamizmini reddetmeden onu toplumsal fayda ekseninde yönlendiren; üretimi, adaleti ve dayanışmayı birlikte büyüten bir anlayıştır.
Türkiye’nin yeniden ekonomik bağımsızlığa kavuşması, ancak üreten, yönlendiren ve kapsayıcı bir devlet felsefesinin çağdaş yorumu ile mümkündür. Bu bir nostalji değil, tarihsel bir zorunluluktur. Finansal krizlerin küresel döngüye dönüştüğü günümüzde, halkın refahını yabancı sermayenin kısa vadeli kâr hırsına emanet eden hiçbir ülke varlığını sürdüremez.
Ekonomik bağımsızlık, yalnızca faiz oranı ya da bütçe dengesiyle değil; bir ulusun kendi kaderini tayin etme iradesiyle ölçülür. Kendi çiftçisini, sanayicisini ve mühendisini küresel tekellerin baskısından koruyamayan bir devlet, gerçek anlamda bağımsız olamaz.
Bugün “devletçilik” kavramını çağ dışı sayanlar, asıl gericiliğin ekonomik kölelik zincirinde gizli olduğunu görmek istemiyor. Komprador burjuvazinin altın zincirlerini kırmanın tek yolu, kamucu kalkınma, halkçı planlama ve üretim iradesidir.
Devlet, yeniden sadece kârı değil, halkın refahını büyütmek için üretmelidir.
Çünkü gerçek bağımsızlık; tarlada yeşerir, fabrikada yükselir, bütçede hayat bulur.
Ve ekonomi yeniden halka ait olana kadar, bu mücadele sürecektir.
SON: Bağımsızlık Halkla Başlar, Kamuculukla Büyür
Ekonomik bağımsızlık, yalnızca iktisadi bir hedef değil; aynı zamanda ulusal onurun, toplumsal adaletin ve ahlaki bir duruşun ifadesidir. Kendi ürettiğini tüketen, emeğine güvenen ve başkasının lütfuna değil, kendi alın terine yaslanan bir toplum inşa etmek, devletçi iktisadın özünü oluşturur. Halkın üretim gücünü serbest bırakmak; kalkınmayı yeniden halkın iradesine teslim etmek ve ekonomiyi yalnızca büyüten değil, adil biçimde paylaşan bir yapıya dönüştürmek, gerçek bir kamucu vizyonun temelidir.
Gerçek devletçilik, halkın üretme iradesine dayanan, dışa bağımlılığı azaltan ve ortak emeği kalkınmanın merkezine yerleştiren bir anlayıştır. Bu yaklaşım benimsendiğinde Türkiye, yalnızca ekonomik değil; toplumsal, kültürel ve siyasal anlamda da özgürleşecektir. Zira ekonomik bağımsızlık, bir bütçe dengesi değil; bir ulusun kendi kaderini tayin etme gücünün, kendi geleceğini inşa etme iradesinin en somut göstergesidir.
Kendi çiftçisini, sanayicisini, mühendisini ve üreticisini koruyamayan bir devlet, gerçek anlamda bağımsız sayılmaz. Her kalkınma hamlesinin önüne set çeken; üretmek yerine aracılığı, yatırım yerine rantı seçen; ulusal çıkarları değil, dış sermayenin taleplerini önceleyen ve yerli görünüp yabancı sermayenin iç temsilciliğini yapan komprador zümrenin zincirlerini kırmanın yolu, kamucu kalkınmadan, halkçı planlamadan ve üretim iradesinden geçmektedir. Devlet yeniden halk için üretmeli; çünkü gerçek bağımsızlık, önce tarlada filizlenir, fabrikada güçlenir, bütçede hayat bulur.
Türkiye, üretim gücünü yeniden halkın iradesiyle birleştirdiği gün, komprador zihniyetin kurduğu bağımlılık zincirlerini kıracaktır. Devletin üretimi, planlamayı ve kamusal yönlendirmeyi yeniden üstlenmesi; emeği yücelten, adaleti gözeten ve kalkınmayı ulusal onurun bir parçası haline getiren yeni bir ekonomik düzenin kapısını aralayacaktır.
Bugünün Türkiye’si, belki 1930’ların devletçiliğini birebir uygulayamaz; ancak o yılların özündeki “kendi ayakları üzerinde durma” iradesini yeniden canlandırabilir. İşte o gün geldiğinde, komprador zümrenin değil, üreten halkın sesi yükselecek; ekonomi yeniden alın teriyle, emekle ve halkın ortak iradesiyle şekillenen adil bir düzene kavuşacaktır. Gerçek bağımsızlık, halkın üretme iradesini kamunun yönlendirici gücüyle buluşturmaktan geçer.