Dolar 42,0514
Euro 48,5023
Altın 5.409,86
BİST 10.971,52
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Adana 28°C
Açık
Adana
28°C
Açık
Cum 29°C
Cts 28°C
Paz 29°C
Pts 29°C

Küreselleşmenin bedeli: Türkiye’nin yerli markaları birer birer yabancı ellerde

Küreselleşmenin bedeli: Türkiye’nin yerli markaları birer birer yabancı ellerde
31 Ekim 2025 16:02
A+
A-

1980’lerle başlayan dışa açılma politikaları ve 2000’lerde hız kazanan özelleştirmeler, Türkiye ekonomisinin mülkiyet yapısını köklü biçimde dönüştürdü. Sermaye yetersizliği, yüksek finansman maliyetleri ve kur istikrarsızlığı nedeniyle büyüme ve ihracat için gereken kaynaklara ulaşamayan yerli markalar, çözümü yabancı fonlarda aradı. Ancak bu süreç, “sermaye girişi” ile “egemenlik kaybı” arasındaki hassas çizgiyi her geçen yıl daha da belirginleştirdi. Kısa vadede küresel ağlara katılım finansman ve teknoloji erişimi sağlarken, uzun vadede kâr ve karar merkezlerinin ülke dışına taşınması ekonomik bağımlılığı derinleştirdi. Neoliberal dönemin “görünmez el”e sınırsız güveni, üretimi değil finansallaşmayı büyüttü; refahı değil, kırılganlığı artırdı.

Bir zamanların “milli gururu” olan markalar — çaydan şekere, sütten enerjiye, modadan dijital hizmetlere kadar — artık küresel devlerin portföylerinde yer alıyor. Türkiye, bu tabloyla uluslararası sermaye zincirinin bir halkasına dönüşürken “yerli markaların el değiştirmesi” tartışması yeniden alevlendi. Kısa vadede yabancı sermaye finansman, teknoloji ve ihracat imkânı sunarken; uzun vadede kâr transferi, stratejik kontrol kaybı ve ekonomik bağımlılık riskleri derinleşiyor. Türkiye, bugün küresel sermayenin cazibesiyle ekonomik egemenliğini koruma mücadelesi arasında ince bir denge kurmaya çalışıyor.

NEDEN SATILIYOR? YAPISAL ZORUNLULUKLAR

Türkiye’de yerli markaların yabancı sermaye tarafından satın alınmasının ardında çoğu zaman gönüllü tercihler değil, yapısal zorunluluklar yatıyor. Aşağıdaki tablodada özetlendiği üzere; Sermaye yetersizliği, yüksek finansman maliyetleri, kur oynaklığı ve ölçek büyütme gereksinimi, pek çok markayı dış kaynağa yöneltiyor. Uluslararası devlerin geniş dağıtım ağları, finansal gücü ve küresel marka yönetimi deneyimi kısa vadede cazip görünüyor. Özelleştirme politikaları da yabancı yatırımcıların pazara girişini kolaylaştırarak bu süreci hızlandırdı.

Ancak sermaye girişinin getirdiği kısa vadeli canlılık, uzun vadede egemenlik kaybına dönüşme riski taşıyor. Çünkü üretim tesisleri Türkiye’de kalsa da, karar alma ve stratejik yönetim merkezleri giderek ülke dışına taşınıyor. Sonuçta, sermaye ihtiyacını karşılamak için yapılan bu satışlar, zamanla yerli markaların kontrol gücünü zayıflatıyor; Türkiye’yi küresel ağların taşeronu haline getiren yapısal bir bağımlılığa dönüştürüyor

SEKTÖR SEKTÖR EL DEĞİŞEN TÜRKİYE: Yerli Markaların Yabancı Sermayeye Yolculuğu

Türkiye’nin bir zamanlar gururla andığı markalar artık farklı ülke merkezlerinden yönetiliyor. Gıdadan dijitale, boyadan enerjiye uzanan bu tablo, ekonomik sınırların ötesinde bir egemenlik kaybına işaret ediyor.

Gıda ve İçecek Sektörü: Ulusal Tatların Küresel Yolculuğu

Türkiye’nin gıda markaları, 2000’li yıllardan itibaren uluslararası şirketlerin yoğun ilgisiyle karşılaştı. Birçok yerli marka, sermaye ihtiyacını karşılayamadığı için yabancı yatırımcılara devredildi. Aşağıdaki tabloda özetlendiği üzere; 2000’li yıllarda Türkiye’nin güçlü olduğu gıda sektörü, yabancı ilgisinin odağı haline geldi: İçim (Lactalis), Doğadan (Coca-Cola), Banvit (BRF & QIA), Oltan Gıda (Ferrero) ve Kent (Mondelez) örnekleri, bu sürecin en bilinenleri. Bu satışlarla birlikte üretim sürse de karar merkezleri yurt dışına taşındı; kâr transferleriyle net döviz kaybı oluştu.

Bu satışlarla birlikte, Türkiye’nin güçlü olduğu süt, çay, şekerleme ve et işleme alanlarında karar merkezi artık yurtdışına taşındı. Kısa vadede üretim ve istihdam korunsa da, uzun vadede kâr transferleriyle net döviz kaybı oluştu.

Su ve Gazlı İçecek Piyasası: Küresel Şirketlerin Hakimiyeti

Benzer bir tablo, su ve gazlı içecek pazarında da karşımıza çıkıyor. Erikli (Nestlé), Hayat ve Sırma (Danone) ile Çamlıca Gazoz (DyDo) gibi köklü markalar, küresel devlerin bünyesine katıldı.

Bugün Nestlé ve Danone gibi çok uluslu şirketler, Türkiye’nin su pazarının büyük kısmını kontrol ediyor. Fiyat politikaları, pazarlama stratejileri ve ürün konumlandırmaları artık yurtdışı merkezli kararlarla belirleniyor. Kısacası, “yerli damak tadı” küresel markaların standart portföyleri içinde küçük bir alt segmente dönüşmüş durumda; suyun kaynağı hâlâ Türkiye’de olsa da, kazancın yönü çoktan ülke sınırlarının ötesine geçmiş bulunuyor.

Boya ve Kimya: Japon Sermayesinin Güçlü Girişi

Son yıllarda boya ve kimya sektöründe Japon şirketlerinin Türkiye’deki varlığı dikkat çekiyor.

Filli Boya ve Polisan, bu dönüşümün en sembolik örnekleri.

Bu yatırımlar, sektörün üretim kapasitesini artırdı; ancak Ar-Ge ve karar süreçleri büyük oranda Tokyo merkezli yönetimlere devredildi. Türkiye, artık üretim üssü rolünü sürdürürken, teknoloji ve tasarım merkezini kaybetmiş durumda.

Perakende ve Moda: Lüksün El Değişimi

Perakende ve moda alanında da yabancı sermaye etkisi belirginleşti.

Beymen örneği, Türkiye’de lüks segmentin Körfez sermayesine geçişini simgelerken, Migros örneği nadir görülen bir “yeniden millileşme” adımı olarak öne çıktı.

Teknoloji ve Dijital Hizmet: Yeni Ekonominin Yabancılaşması

Türkiye’nin dijital dönüşümünde öncü rol oynayan markalar da son yıllarda yabancı sermayenin kontrolüne geçti.

Bu satışlarla birlikte Türkiye’nin dijital pazarında yabancı payı yüzde 70’e yaklaşmış durumda. Artık veri güvenliği, rekabet politikaları ve tüketici verilerinin kontrolü büyük ölçüde Türkiye dışındaki merkezlerin elinde. Bu yalnızca ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda stratejik bir bağımlılık sorunu.

Yeni ekonominin lokomotifleri olan e-ticaret, dijital hizmet ve lojistik sektörlerinde yabancı sermaye ağırlığı giderek artıyor. Veri, günümüz dünyasında enerji kadar kritik bir kaynak haline gelirken, bu alanın yönetim merkezlerinin ülke dışına taşınması “dijital egemenlik” tartışmasını da kaçınılmaz kılıyor.

Enerji ve Sanayi: Stratejik Alanlarda Dışa Bağımlılık

Türkiye’nin stratejik sektörlerinde de benzer bir tablo dikkat çekiyor. Enerji, ulaştırma ve sanayi gibi kritik alanlarda yabancı şirketlerin payı son yıllarda hızla arttı.

Bu satışlar yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik sonuçlar da doğurdu. Enerji ve ulaşım gibi stratejik altyapılarda yabancı denetimin artması, devletin karar alma kapasitesini sınırlandırıyor. Türkiye, üretim üssü rolünü korurken, teknoloji ve strateji merkezlerini yurt dışına kaptırıyor. Bu durum, uzun vadede ekonomik egemenliğin yanı sıra, ulusal güvenlik ve kalkınma planlaması açısından da önemli bir risk alanı oluşturuyor.

KISA VADELİ CANLANMA, UZUN VADELİ KIRILGANLIK

Doğrudan yabancı yatırımlar kısa vadede Türkiye ekonomisine belirli bir canlılık kazandırsa da, bu etkiler zaman içinde tersine dönmektedir. Sermaye girişleri cari açığı geçici olarak rahatlatır, üretim ve ihracat kapasitesini artırabilir, kurumsal yönetim anlayışını güçlendirebilir. Ancak birkaç yıl içinde kâr transferleri bu kazanımları törpüler; stratejik kontrol ve teknoloji-tasarım yeteneklerinin yurt dışına kaymasıyla net refah kaybı derinleşir.

2023’te yaklaşık 11 milyar dolar olan Türkiye’den yurt dışına aktarılan kâr miktarı, 2024’te 16 milyar dolara, 2025’in ilk sekiz ayında ise 12 milyar doları aşarak son 12 ayda 17 milyar dolara yükselmiştir. Bu tablo, başlangıçta ülkeye döviz kazandıran doğrudan yatırımların kısa sürede etkisini yitirdiğini göstermektedir.

Daha derin bir sorun ise stratejik kontrol kaybıdır. Enerji, ulaştırma ve gıda gibi temel sektörlerde karar süreçleri büyük ölçüde yabancı merkezlerde şekillenmekte; Ar-Ge birimlerinin yurt dışına taşınmasıyla Türkiye’nin inovasyon ve teknoloji geliştirme kapasitesi zayıflamaktadır.

Bu süreç, yalnızca ekonomik değil, kültürel bir dönüşüm de yaratmaktadır. Tüketiciler, yerli sandıkları markalardan alışveriş yaparken kazançların ülke dışına aktarıldığını fark etmiyor; bu durum milli kimlik düzeyinde bir aidiyet erozyonuna yol açıyor. Ayrıca yabancı sermaye yatırımlarının çoğu büyük şehirlerde yoğunlaştığı için bölgesel eşitsizlikler derinleşiyor, Anadolu’nun kalkınma potansiyeli geride kalıyor.

Sonuç olarak, doğrudan yatırımların kısa vadeli katkıları, uzun vadeli bağımlılık ve gelir transferiyle gölgeleniyor. Türkiye’nin “yatırım çeken ülke” konumundan “markalarını koruyan ve büyüten ülke” kimliğine geçişi artık bir tercih değil, ekonomik egemenlik ve kalkınma güvenliği meselesidir.

SONUÇ: SERMAYE GİRİŞİYLE EGEMENLİK ARASINDA DENGE 

Türkiye, küresel sermayenin cazibe merkezi olmanın bedelini markalarını, karar gücünü ve stratejik bağımsızlığını kaybederek ödüyor. Kısa vadede yabancı yatırımlar döviz girişi ve üretim artışı sağlasa da, uzun vadede kâr transferleri, Ar-Ge kaybı ve dışa bağımlılık derinleşiyor. Artık mesele sadece yatırım çekmek değil; üretimden tasarıma, sermayeden stratejiye kadar tüm zinciri yerli akılla yöneten, kendi markalarını büyütebilen bir ekonomik egemenlik modeli kurmaktır. Gerçek kalkınma, sermayenin kimden geldiğiyle değil, kimin için ve nerede kaldığıyla ölçülür.

Yabancı sermaye, gelişmekte olan ekonomiler için elbette önemlidir; ancak Türkiye’deki sorun, bu yatırımların üretim ortaklığından ziyade mülkiyet devri biçiminde gerçekleşmesidir. Bu model, kısa vadeli bir ekonomik canlanma sunsa da, uzun vadede ülkenin marka hafızasını ve karar alma kapasitesini aşındırmaktadır. Bugün raflarda gördüğümüz birçok “Türk markası”, fiilen Türkiye dışındaki yönetimlerin kontrolündedir; ülke içinde sadece üretim ve istihdam kalırken, strateji ve kâr çoktan sınır ötesine taşınmıştır.

Bu tabloyu tersine çevirmek için Türkiye’nin “yatırım çeken ülke” konumundan “markalarını koruyan ve büyüten ülke” konumuna geçmesi gerekmektedir. Bunun yolu; stratejik sektörlerde yerli hisse oranını koruyacak yasal düzenlemelerden, Ulusal Markalaşma Fonu gibi finansman mekanizmalarına kadar geniş bir politika çerçevesi oluşturmakla mümkündür. Kâr transferlerini sınırlayan vergi düzenlemeleri, Ar-Ge merkezlerinin Türkiye’de kalmasını teşvik eden programlar ve Türkiye Varlık Fonu’nun aktif yatırımcı kimliğiyle stratejik alanlarda yerli sermayeyi güçlendirmesi, ekonomik bağımsızlığın temel taşlarını oluşturacaktır.

Yabancı sermaye ile iş birliği kaçınılmaz olabilir; ancak bu ortaklık, markalarımızı küresel devlerin gölgesine değil, kendi gücünün merkezine taşımalıdır. Türkiye’nin geleceği, neyi sattığıyla değil, dünyaya neyi kendi adıyla kabul ettirdiğiyle şekillenecektir. Gerçek ekonomik bağımsızlık, markalarını devreden değil, markalarını kendi kimliğiyle dünyaya taşıyan bir Türkiye’yi inşa etmekten geçer.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.