İkinci Dünya Savaşı’nda Türk halklarının rolünün hakkaniyetli değerlendirilmesi
Savaş yıllarında Türk halkları arasında seferberlik giderek artmıştı. 1 Ocak 1944 tarihi itibarıyla, yani savaşın Sovyetler lehine döndüğü dönemde, Kızıl Ordu’daki Türk halklarının sayısı 640 bine ulaşmıştı; bu, Sovyet ordusunun toplam mevcudunun %6’sına denk geliyordu

DR. ALEKSEY İSAEV
Bu yazı, 28 Mayıs’ta Aydınlık gazetesinde yayımlanan “II. Dünya Savaşı’nda Türkler” başlıklı Yüce Katırcıoğlu imzalı yazıya yanıt olarak kaleme alınmıştır.
1922 yılında yeni bir devletin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği – SSCB) kurulmasının hemen ardından, bu devletin çeşitli halklarının görev alacağı birleşik bir ordu oluşturulması hedeflenmişti. Öncelikli tedbir olarak, subay düzeyinde ulusal kadroların yetiştirilmesi ve biriktirilmesi öngörüldü. Bu, SSCB halklarının eşitliğini göstermeyi amaçlayan sembolik bir uygulamaydı. Savaş öncesi dönemde SSCB’de yaşayan her etnik kökenden bireyler herhangi bir askeri eğitim kurumuna özgürce kabul ediliyor, istedikleri askeri branşı seçerek subay olabiliyorlardı. Bu yaklaşım, 1917 yılına dek Müslüman halklardan siyasi bir güç oluşturabilecek askeri elit yetiştirmeyi amaçlamayan Çarlık yönetiminden tamamen farklıydı.
Yazının yazarının, II. Dünya Savaşı yıllarında Türk halklarından gelen askerlerin kitlesel şekilde firar ettiğine ilişkin iddiası, yalnızca kendisini bağlar. Öncelikle, savaşın başında Sovyetler Birliği’nin batı bölgelerinde evlerinden çok uzakta bulunan bu askerler için firar etmenin bir anlamı yoktu. Eğer Türkistan kökenli askerler savaşta dayanıksız olsalardı, orduya alınmazlardı. SSCB’de bazı halklar için bu tür uygulamalar gerçekten de mevcuttu. Oysa tam tersine, savaş yıllarında Türk halkları arasında seferberlik giderek artmıştı. Kazakistan’da kurulan 312. ve 316. Piyade Tümenleri, 1941 yılında Moskova yakınlarındaki çarpışmalarda büyük bir şöhrete kavuştu. Gvardiya unvanı verilen 316. Tümen, savaşın sonuna kadar Kazaklardan takviye almaya devam etti ve Sovyet-Alman cephesinde Kazakistan’ın sembolü hâline geldi. Savaşın sonunu Baltık ülkelerinde tamamladı.
KIZIL ORDU’NUN YÜZDE 6’SI
Orta Asya, Kafkasya ve Volga havzası Türk halkları, II. Dünya Savaşı’nın en zorlu dönemlerinde, yani 1942-1943 yıllarında, Üçüncü Reich’ın en güçlü olduğu zamanda faşizme karşı omuz omuza savaştılar. Bu, insanlık adına üstlendikleri büyük bir görevdi. 1942 ve 1943 yazlarının kritik anlarında, kızıl bayraklar altında yaklaşık 200 bin Kazak, 155 bin Özbek savaşmaktaydı; Orta Asya halkları Kızıl Ordu’da toplamda 400-450 bin kişiyle temsil ediliyordu. Bunun yanı sıra en az 100 bin Azerbaycan Türkü ve on binlerce Tatar, Başkurt, Yakut ve diğer Türk halklarının mensupları da ordudaydı. Türk halkları, Hitler’e karşı mücadelede Rus halkının güçlü bir müttefiki hâline geldi. 1 Ocak 1944 tarihi itibarıyla, yani savaşın Sovyetler lehine döndüğü dönemde, Kızıl Ordu’daki Türk halklarının sayısı 640 bine ulaşmıştı; bu, Sovyet ordusunun toplam mevcudunun %6’sına denk geliyordu.
Savaşın ardından, gaziler Sovyetler Birliği elitleri arasında önemli konumlar edindiler. Örneğin, 1980’li yıllarda Özbekistan Komünist Partisi’nin saygın lideri olan Şaraf Raşidov, savaşta Kızıl Ordu saflarında savaşmıştı.

14 BİN ORTA ASYA KÖKENLİ ALMAN ORDUSUNA KATILDI
Peki ya düşman tarafına geçenler, yani Nazi Almanyası’nın kara kuvvetleri ya da SS birliklerinde çeşitli biçimlerde görev alanlar? Öncelikle, silahsız ve haklardan yoksun köle durumundaki sözde “Hiwi”lerin bilinçli işbirlikçiler olarak anılması büyük bir adaletsizlik olur. Almanlara yük taşıyarak, kirli işlerde çalışarak yalnızca açlıktan ölmeyi ve Nazi esir kamplarındaki infazları önlemeye çalışıyorlardı. Üstelik savaşın gidişatı Nazi aleyhine döndükçe, bu kişiler çoğu zaman Almanları öldürerek kaçmaya çalışıyordu. Orta Asya’dan getirilen ve Almanların inşaat ya da demiryolu birliklerine alınan bireyler de benzer şekilde hiçbir hakkı olmayan kölelerdi.
Silah taşıyarak doğrudan çatışmalara katılanlar ise daha dikkate değer bir örnektir. “Türkistan Lejyonları”nın sayısına dair değerlendirmelerde, çoğu zaman kendi ihanetini mazur göstermek için bu olgunun boyutlarını abartan eski lejyonerlerin ifadelerine değil, Wehrmacht’ın resmî belgelerine dayanmak gerekir. Zira kimse kendini halkına ihanet eden bir yabancı olarak görmek istemez, büyük bir sürecin parçası gibi görünmeye çalışır. Oysa Wehrmacht belgeleri çok daha mütevazı rakamlar verir. Ekim 1943’e kadar, her biri yaklaşık 1000 kişiden (komuta kademesinde 30-40 Alman dahil) oluşan yalnızca 14 Türkistan taburu kurulmuştur. Bu da toplamda yaklaşık 14 bin Orta Asya kökenlinin Alman ordusuna katıldığını gösterir. SS birliklerine bağlı Türkistan Lejyonu’nda ise yaklaşık 4 bin kişi görev yapmıştır. Sonuç olarak, bu sayı, Kızıl Ordu saflarındaki Türk kökenlilerden 40 kat daha azdır. Azerbaycan kökenli olarak düşman saflarında yer alanların sayısı ise 25–35 bin civarındadır; bu da Kızıl Ordu’daki sayılarının çok altındadır. Ayrıca, bu lejyonlara katılım da genellikle savaş esirleri kamplarından sağlanmıştır. Birçok kişi yalnızca hayatta kalmak adına bu birliklere yazılmış, sonrasında kaçmayı ya da taraf değiştirmeyi düşünmüştür.
Bu durum, Baltık halklarının işbirlikçiliğiyle büyük bir tezat oluşturur. Zira küçük nüfuslu Estonya ve Letonya’dan, esir kamplarından değil, doğrudan şehir ve köylerden Nazi saflarına 240 bin kişi katılmıştır. Bu, çaresizlikten değil, bilinçli bir tercihti.
TİPPELSKİRCH’İN İTİRAFLARI AMET-HAN SULTAN’IN KAHRAMANLIĞI
Savaşın gidişatı Almanya’nın aleyhine döndükçe, doğu lejyonları da güvenilirliğini kaybetti. 29 Eylül 1943’te Hitler, bu birliklerin partizanlara veya Kızıl Ordu’ya katılmalarını engellemek amacıyla, Sovyet vatandaşlarından oluşan tüm gönüllü birliklerin Doğu Cephesi’nden Batı Avrupa’ya kaydırılması emrini verdi. Zira bu tür geçiş vakaları oldukça yaygındı ve Almanları ciddi şekilde endişelendiriyordu.
Nazilerin tam teşekküllü bir “Türkistan Tümeni” (162. Piyade Tümeni) kurma girişimi de tam anlamıyla başarısız oldu. Tanınmış Alman tarihçi ve eski Wehrmacht generali Kurt von Tippelskirch, bu tümenin “Sovyet savaş esirlerinden – Türklerden oluştuğunu, çatışmalarda kendini kanıtlayamadığını ve yalnızca partizanlara karşı mücadelede kullanılabildiğini” açıkça yazmıştır. Tümenin yalnızca bir alayı Orta Asya halklarından oluşurken, geri kalan birlikler Kafkasyalılar ya da Tatarlardan oluşuyordu.
Kırım Tatarlarının hikâyesi ise özellikle dikkat çekicidir. Almanlar bilinçli şekilde onların ulusal duygularını okşayarak, Kırım’daki diğer halklardan ayırıp destek kazanmaya çalıştı. Propagandaya kanan yaklaşık 10 bin Kırım Tatarı Alman saflarına katıldı. Ancak bu kısa sürede hayal kırıklığına dönüştü. Zira Nazi Almanyası Kırım’ı “Gotenland” yani Gotların toprağı olarak görüyor, yarımadayı Alman kolonistlerle iskan etmeyi planlıyordu. Kırım Tatarlarının kültürüne ve devletleşmesine bu planlarda hiçbir şekilde yer yoktu; bu, Almanların bilinçli bir aldatmacasıydı. Ne var ki bu ihanetin lekesi tüm halka mal edildi. Oysa aralarında, iki kez Sovyetler Birliği Kahramanı unvanı almış ünlü Sovyet pilotu Amet-Han Sultan gibi kahramanlar da vardı.
SSCB HALKALRI VE TÜRKLER KARANLIK ÇAĞI ÖNLEDİ
Sonuç olarak, yalnızca bazı azınlık bireyler bilinçli şekilde düşman tarafında silah taşıdı. Zayıf iradeli ve propagandaya açık insanlar her toplumda bulunabilir, ancak bunların sayısı, savaşa katılan yüz binlerce ve milyonlarca insanın yanında çok azdır.
Sovyetler Birliği sadece halkların eşitliğini ilan etmekle kalmadı, bunu fiilen hayata geçirdi. Bu politika sayesinde Türk halkları II. Dünya Savaşı’na aktif şekilde katılabildi ve insanlık çapında bir anlam taşıyan Nazi Almanyası gibi insanlık dışı bir rejimin ortadan kaldırılmasında önemli bir rol oynadılar. Azerbaycanlılar, Kazaklar, Özbekler, Kırgızlar, Tatarlar ve diğer Türk halkları, SSCB’nin diğer halklarıyla omuz omuza vererek toplama kamplarının fırınlarını söndürdüler ve yeni bir “Karanlık Çağ”ın doğmasını engellediler.
Not: II. Dünya Savaşı uzmanı, önde gelen Rus tarihçilerden Dr. Aleksey İsaev, Türkiye’de “Büyük Vatanseverlik Savaşı – Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı Tarihi (22 Haziran 1941 – 9 Mayıs 1945)” başlıklı eseriyle tanınmaktadır. (Aleksey İsaev & Artyom Drabkin, Kronik Kitap, İstanbul, 2023). Bu eseri edinerek II. Dünya Savaşı’nda Sovyet-Alman cephesinde yaşananlara dair Rus tarihçilerin bakış açılarını daha yakından tanıyabilirsiniz.